ACILAR İÇİNDE YAŞAMAK -

ACILAR İÇİNDE YAŞAMAK


Yorgun insanlar için akşamın geç vaktinde çalan bir telefon çoğu zaman o insanı huzursuz eder. O kişi bilirki  o saatte gelen haber çokta iç açıcı bir şey olmaz.  Ama bu gün olduğu gibi  güzel ve heyacanı verici de olabiliyor. Tlf. nu açınca  duyduklarımla bütün yorgunluğum  gidiverdi.  İnsani yardım için hazırlanan dostlar gidecek ekipte olmamı istiyorlardı. Böylesi güzel ve insani yardım organizasyonunda yer almak mutluluk verici bir durumdu. Seve seve kabul ettim.

       Böyle başladı yolculuk. Sabahın erken saatlerinde  buluştuk dostlarla. Sabah kahvaltısı yaparken yol ve yolculuk konuşulurken tüm arkadaşların gözlerinde yüklendikleri  ve yapacakları görevim mutluluğunu görmek mümkündü. Hamit hocanın ( HANCI ) bilge kişiliği, Ferdi kardeşimizin (DİNÇSOY )mütevazi tavırları , Ahmet kardeşimizin ( YARDIMCI )çalışkan, azimli hali, Sevgili Fuat’ın ( KAYA)  analitik düşünce yapısıyla  güzelden de öte bir yolculuğun geçeceğine şimdiden inanıyorum.

        Kaptanımız Hamit hoca yola çıkmadan önce ilk direktifini verdi :

“ Kemerler bağlansın, azami hız 90 km.yi geçmeyecek “ diyerek sağ- Salim yolculuğu başlattı.

      Yolculuktaki hedef  yanıbaşımızda devam eden savaş ve onun mağdur ettiği  yaşlı, çocuk, kadın, erkek...kısacası mağdur ve mazlum insanlardı. Küçükte olsa onlara yardım etmek, el uzatmak, yanlarında olduğumuz duygusunu verebilmekti.

           Kilis yakınlarında çoban bey denen bölgeden ülke dışına çıkarken ilerlemiş yaşıma rağmen içimde taşıdığım duygular nedeniyle çocuklar gibi heyacan duyuyordum. Önceden hazırlanmış özel izin belgelerimizle sınır ötesine geçerken etrafta gördüğüm kargaşa ve alışık  olmadığım güvenlik önlemleri arasından bizleri karşılayan dostlarla buluştuk. Biraz Türkçe yarı Arapça ve tercüman yardımı ile iletişim kurarak 6-7 araçlık konvoyla Suriye topraklarında yolculuk başladı.

       Konvoyun önünde giden araçta  ve bizim bindiğimiz araçlara monte edilmiş otomatik silahların varlığı ve araçta bulunan  milis güçlerinin elleri tetikte duruşları nasıl bir coğrafyada  bulunduğumuzun açık bir göstergesiydi.

        İlk işimiz burada getirdiğimiz insani yardım  malzemelerini bir depoya indirmek olacaktı. Bu  nedenle   Uluslararası altın küre yardım Derneği yöneticileri ile buluşuyoruz: Mahir ve  Erol bey. Ömürlerini  mağdur ve mazlumlara yardım için adamış iki gönül insanı. Getirdiğimiz yardımları onların Yardımları ile taşıdık. Sonra biraz dinlenmek çokçada  tanışmak için bu bölgede  mağdurlara, yetim ve şehit ailelerine el uzatan, yardımları organize ederek ihtiyaç sahiplerine ulaşmasına öncülük eden Fırat derneğine geldik.

       Camları kırık ve muşambalarla kapatılan, yerde bir kaç  süngerin olduğu odada yerlere oturarak içtiğimiz bir bardak suyun insan  hayatında ne kadar değerli ve mutluluk verici olduğunu anladım. Bizleri sevgiyle , sıcak samimi bir şekilde, güler yüzle karşıladılar. Fırat Derneği Yöneticisi Cuma kardeşimiz bir Türkmen . Bulunduğu bölgedeki ihtiyaçları, sorunları anlatı. İçinde bulundukları şartlar ve sıkıntılar hepimizi derinden duygulandırdı. Savaşın, emperyalizmin  acı yüzünü bir daha bizzat  yaşayanlardan dinledik. Sadece sözlerle değil; vücut dilleri, yüz ve gözlerindeki korku, tedirgin halleri de yaşadıkları insanlık dramını anlatıyordu.

        Ekip zamanı çok iyi değerlendirmek için iyi bir proğram hazırlamış.   Çoban beyde  bulunan tugay komutanlığından randevu alarak ziyaret ettik.  Sayın komutan ve  o an orda buluna valimizle görüştük. Sivil toplun kuruluşları olarak bizlere düşecek görev için hazır olduğumuzu  söyledik. Yerel halkın ihtiyaçları ve yapılacak konular hakkındaki bizleri bilgilendirdi.

              Şimdi hedef çoban beyin Güney taraflarında bulunan bab lemon  bölgesi. Burası bir Türkmen bölgesi olup birkaç gün önce bombalı araç saldırına uğramış bir bölge.  Taziye ziyareti yapmak, küçük de olsa yardım götürmek niyetiyle yola çıkıyoruz. Vakit öğle sonu , hava sıcak mı sıcak. Yine bir konvoy, yine koruma çemberi... Havada esen delice bir rüzgar var. Duyduklarım rüzgarın sesi değil sanki. Bir çığlık , bir feryat duyuyorum. Ağlaşan çocuk sesleri, yok yok  şehidin son sözleri sanki, yada evladını, evlatlarını savaşta kaybetmiş bir düzine yetimle çaresiz kalmış bir annenin insanlığa seslenişi.... Bu çöl sıcağında yayılan bu çaresizliği bilmem duyan var mı?

      Bab lemonda kum torbaları ve beton bloklar arasında zik zak çizerek ilerlerken görünen ve görünmeyen yerlerde elleri tetikte  milis askerlerinin nefes almadan bizlerin her davranışını takip ettiklerini hissedebiliyorum. Bizler dost olarak bir dost karargahını ziyarete gidiyor olsak da bu coğrafyada kim dost kim düşman belli değil. Yada gün veya günler içinde dostluklar bitiyor, dost bildiklerin düşman olabiliyor. O atmosferde yaşayan bu insanların ruh halini anlamak gerekiyor.

          Fatih’in Aslanları Tugayına bu duygularla giriyoruz. Araçlarımızı park edip  bombalı aracın patlatıldığı alana doğru yürüyoruz. İnanılır gibi değil,  gördüğüm manzara karşısında insanlık adına utanıyorum. Araç diye ortada bir şey yok,  yanmış bir iki tonluk Demir yığını.Yerde kocaman bir çukur ve  çevrede 7-8 şiddetinde deprem olmuşcasına yıkılan, taş  yığını haline gelen bina kalıntıları...

        Komutan tarafından kapıda sıcak bir karşılanış sonrası dostluğun göstergesi mırra ikramı ve koyu ve samimi bir sohbet...Bu sohbette beynime yerleşen şu sözleri komutan anlatıyor, bu saldırıda eşini ve çocuğunu kaybetmiş. Eşi ona her gün tembih ediyormuş: “ aman bey kendine dikkat et” diye.  Onu anlatırken  bir tarafdan göz yaşlarını silerken bir yandanda  avuçlarını açıp ; “ ben kaldım ama o gitti “ diyor. Durup durup bu sözleri tekrarlıyor: “ o yok artık, o gitti “ diyor. İnsansan eğer  haydi hakim ol duygularına...

    Gidecek yer çok, vakitte az. Ekibimiz  hüzün dolu duygularla çıkıyor yola . Yol boyunca çöl sıcağında yol boyunca kendi ülkesinde evsiz yurtsuz kalmış,derme- çatma çadırlarda, naylon tente altında yaşam  mücadelesi veren insan manzarası ( aslında insanlık dramı  ) görüp insanlık adına acı duyarak El Bab’ın yolunu tutuyoruz.

             Artık alışmaya başladığımız silahlı ortamda yine aynı manzara . Mevzilenmiş askeri alanlardan sıkı kontrollerden ve  engebeli bariyer aralarından geçerek  ilerliyoruz .

Burada  El Bab polis müdürüne taziyede bulunuyoruz. Kalp krizi sonucu vefat eden bu bölgenin tanınmış ve saygın bir eğitimcisi olan babası için. Bir çay ikramı ve sohbet sonrası konaklamak için Çoban beye dönüyoruz.

     Çoban beye dönmeden önce Mahir beyin teklifi ile savaş sonrası yardım kuruluşlarının katkısı ile yapılan bir okulu ziyaret ediyoruz. Gördüğüm manzara bu acılar içinde yüreğime ferahlık verdi. Gerçek manada modern bir eğitim yuvası yapılmış. Destek veren emeği geçen herkese minnettarım. Allah onlardan bin defa razı olsun.

           Yorgun ama farklı duygularla ev sahibimiz  Süleyman beyin  misafir için oluşturduğu eve geliyoruz.  Bizler için verdiği yemek ve arkasında Osmaniyeli hemşerimiz Ali’nin hazırladığı çayla yorgunluğumuzu atıp koyu bir sohbete başlıyoruz. Sohbet güzel, dostluk güzel kendimizi sıcak bir aile ortamında gibi hissediyoruz.

           Tanımadığımız insanlarında olduğu bir ortam olunca sırayla kendimizi tanıtıyoruz. Sıra O’na , Ali’ye gelmişti: “ adım Ali “ dedi sustu. Sonra, “ başka yok Ali deyin yeter” dedi. Ali’nin hayat hikayesi başlı başına trajedi. Bu satırlarla sığmaz. Bana göre bir kahraman ama ona “  hayın “  damgası vurup hayatını karartanlar  şu anda vatan hayını  olarak yargılanıyor. Böyle garip bir dünya işte.

        Bitmesini istemediğimiz bir sohbeti hepimizin bedenlerine vuran yorgunluk sonlandırıyor. Gece gündüze  göre biraz serin ama o deli- yakıcı rüzgar yine esmeye başladı. Rüzgarın sesinde yine çığlıkları , haykırışları duyar gibiyim. Savaşın acımasız yüzünü  içimden atamadan uyumaya çalışıyorum.Uyu uyuyabilirsen.

           Sabahın ilk ışıkları ile uyandım. Kabus dolu rüyalarla geçen bir geceydi. Ev sahibimizin yer sofrasında hazırlanmış olduğu kahvaltımızı yaptık. Bakla ,nohut , yoğurt ve  humus karışımı yerel bir yemek sundular. İlk defa yediğim bir yemekti ve farklı bir lezzeti tatmanın keyfi ile afiyetle yedim.

        Kahvaltı sonrası ilk şehidimiz Musa ÖZALKAN adına yapılan kültür stesini gezme fırsatı bulduk.  Tekerlekli bir sandalye ile bizi karşılayan müdür de bir savaş kurbanıydı o sandalyeye mahkum olmuştu.  Ancak yılmamıştı. Savaş onu yıldıramamış, şimdide mensubu olduğu toplum için kültür savaşı veriyordu.

       Bizlere rehberlik eden Mahir ve Erol beylerin önderliğinde öksüz ve yetimlerin çoğunlukta olduğu savaşın asıl mağdurları çocukları okullarında ziyaret ederek bizler için küçük ama onlar için anlamlı hediyelerimizi  verirken  acıyı mutluluğu yokluğun izlerini tekrar tekrar yaşarken kimi zaman yüreğimiz daraldı, kimi zaman onların küçücük şeylerle mutlu oluşları ile bizde mutlu olduk.  Ayrılmak zordu. Koparcasına ayrıldık.

        Bu arada bizi  Elbab’a götürecek ekipte hazı olmuştu.  Çok kötü bir yol ve yolculuk sorası Elbab’a vardık. Her 3-5 km.de bir kontrol bölgesi vardı.  Şeyh akil tepesinde durduk tercümanımız ve rehber  orda yaşanan olayları anlattığında tüm direncimi kaybedip göz yaşlarımı tutamadım. Bilmediği topraklarda vatanı için can veren, geride gözü yaşlı ana- baba ve eş bırakmış, babasız yetim yavrular bırakmış o kahramanlarımız için dualar ederek ayrıldık. Yol üzerinde bulduğumuz bir büfede içtiğimiz acı Türk kahvesi acılarımızı azaltan bir sakinleştirici gibi oldu.

        Vakit çabuk geçiyordu. Gün öğle vaktini bir hayli geçmişti. Hava sıcak mı sıcak. Bizi Mare bekliyor. Türkmen ve Arap nüfusunun oluşturduğu  bir şehir. Şehir demek bir hayli zor. Savaşın acı yüzünü  taşında toprağında, yakılmış yakılmış ev ve iş yerlerinde adım başı görmek mümkün.  Mare ; Korkmuş, ürkek ve acı ile yoğrulmuş   İnsanların yaşamaya çalıştığı, her şeye rağmen yeniden hayata  tutunmaya çalışan yorgun yüzlü insanların bulunduğu şehir....

      Mare  EL VAKKAS TUGAYI  bizi misafir ediyor. Komutanın makamında çay- kahve içerken yedi yıllık savaşı ve yaşananları dinliyoruz. Savaşın acı yüzünü şu cümleler net bir şekilde anlatıyor olsa gerekir: “ ilk savaş başladığımda  birlikte olduğum 15 arkadaşımdan iki kişi kaldık. “

   Bu gün akşam yemeğini burada yedik. Sonra cezaevi müdürü Beşir beyi ziyaret ederek çayını içip savaşın bir başka yüzünüzde ondan dinledik. Beşir bey ısrarla sabah kahvaltısına beklediğini söylemek sureti ile  bizi yolcu etti.

          Aslında Mare el Vakkas Tugay komutanı bizi misafir etmek istediysede  biz Mahir ve  Erol beylerin misafiri olmayı tercih ettik.

        Altın küre yardım derneğinin kiralamış olduğu evin yolunu tutuyoruz. Ev dedikse boş odalardan ve ara bölmede üstü açık bir alandan ibaret. Bir odada istif edilmiş sünger yataklar, battaniye ve yastıklar. Bahadır kardeşimiz bizlere yardımcı oldu. (  Bahadır;  Altın Küre Derneğinin genç ve sempatik yeni yüzü ) Yan yana yerlere sermek sureti ile yatak hane oluşturduk. Herkes yorgun yatar diye düşünsemde günün değerlendirilmesi ve özellikle  Mahir  ve Erol beylerin hayat hikayesi ve yaşadıkları olaylar dinleyen herkesin uykusunu kaçıracak kadar hayatın acı gerçekleriyle doluydu.

    Su soğuk da olsa duş alma imkanı bulduk. Bu coğrafyada alt yapı adına hiç bir şey yok desem abartmış sayılmam. Elektrik  belli saatlerde, oda jeneratörlerle sağlanıyor. Şebeke suyu yok tankerlerle sağlanıyor ve içmeye uygun  değil. ( her çeşit silah var ama yiyecek, içecek kıstılı. Takdir sizin. )

         Sabah kahvaltısında Beşir beyin misafiriydik. Babası  ve Beşirin küçük tatlı oğluyla tanışma ve sohbet imkanı bulduk. Hamit Hocamın dizleri yer sofrasında oturmaya karşı isyan etti ve bulduğumuz bir tabureye oturarak yine “ O “ yerel yemekle kahvaltı yaptık.

       Zaman öylesine hızlı, proğramda yoğun olunca  insan yaşadıklarını unutuveriyor ( yaşımı,  yorgunluğumu ve alışık olmadığımız  bir coğrafyanın sıcağını hesaba katmıyorum.)  Fırsat bulduğumuz bir arada  Türkmen kardeşlik Derneği ziyaretini,orda yaşadığımız duygu dolu anları  unutup gidecektim. Oysa öylesine güzel bir anı ki asla unutulmaz, unutulmamalıdır da. Dernekte genç bir öğretmen kardeşimizle tanıştık. Bir kaç katagoride Türkçe ders veriyor. Az sonra dersi olduğunu söyledi ve bizi derse davet etti. Ekip arkadaşlarımızla hep birlikte sıralara  oturduk. 20’sinden 50-60’ına farklı yaş grubundan insanlar Türkçe öğrenmek için oradaydılar Bizlerde tahtaya kalkarak öğretmenin sorusuna cevaplar yazdık.Her cümleyi onlarla  birlikte tekrarlamak ayrı bir heyacan ve mutluluktu. Dersi yarıda bırakıp çıkarken onların ayakta alkışları ile uğurlamaları hayatımda unutulmazlar listesinin başında yer alacaktır.

           Kahvaltı sonrası rotamız AFRİN. Konvoy hazır. Yorucu uzunca sayılacak bir yolculuk sonucu kısa  bir şehir içi turu sonrası merkeze geldik. İl düzeyinde bir şehir. Tipik bir Ortadoğu manzarası ve savaşın verdiği yıkılıp harabe şekline dönmüş bir yaşam merkezi,  çevresi yüksek tepelerle çevrilmiş düz bir ovada. Önce AFRİN Devlet Hastanesinde  hizmet vermeye çalışan meslektaşlarımızı ziyaret edip bilgi aldık. Ameliyat yapılamadığını ,bu iş için araç gereç ihtiyaçlarının olduğunu, özellikle uzman hekime, bazı tıbbi tahlil aletlerinin eksik olduğunu beyan ettiler. İkinci durak Türk emniyet müdürünü ziyaret içindi. Bizleri Güler yüzle karşılayıp çay ikram ettiler. Bu sırada  şehir hakkında bilgiler paylaştı. Daha sora AFRİN yerel emniyet müdürlüğü ziyareti , yerel müdürün konuşmasından tercüman aracılığı ile aldığımız bilgi: AFRİN şehrini hak ettiği. bir huzur şehri haline getirmek istedikleri,herkesin bu huzur ortamında kardeşçe yaşaması umudunu taşıdıklarını , bu konuda Türk halkından ve başta Cumhurbaşkanı ERDOĞANDAN VE TSK. den  destek gördüklerini ve bu nedenle  şükran duygularını ifade ettiler.

         Cinderes ve yeraltı tüneller için yapılan proğram güvenlik nedeniyle iptal edilince AFRİN ziyaretini tamamlayarak  çoban beye dönmek üzere  MARE  üzerinden yola çıkıyoruz.

           Mare komutanı bize bir süprizi  yaptı. Türkçe öğrenmeye başlamış. Önündeki notlarada bakarak: “ Hoş geldiniz, nasılsınız, ne içersiniz, Türkiye nasıl ? “ gibi cümlelerle karşıladı. Hep birlikte gülümsedik.  Çay kahve molası sorası. vedalaştık.

             Yine sıcak, yine bozuk yollar ve yıkık dökük harabe evlerle dolu köylerden geçerek Çoban bey sınır kapısına geliyoruz. Bizlerin yolculuğunda rehberlik eden, tercümanlık yapan ve yol güvenliğini sağlayan ekiple veda zamanı. Samimi, sıcak dostluk  duygularının paylaşıldığı hüzünlü bir veda merasimi oldu, karşılıklı davetle sonlanan bir yolculuğun sonu. Kim bilir bir başka günde bir başka coğrafyada  yüreğinde sevgi sırtında insani yardım yükü ile yine yollara çıkarız.

            Son söz:   “ Savaşın kötü bir şey olduğunu, savaşın Galibinin olmadığını, yıllarca bitmeyecek kin ve nefret tohumları ektiğini, mağdurların en masumunun çocuklar olduğunu, içinde bulunduğumuz durumun kıymetini bilmenin önemini ,madur ve mazluma yardımın insan ruhuna mutluluk verdiğini, hepsinden öte allah kimseyi devletsiz, yurtsuz,aç- susuz zalim elinde bırakmasın” duygusunu bir daha yeniden  yaşayarak kendi ülkemize kendi topraklarımıza dönerken aklımızın, yüreğimizin yarısını “ O “ perişan, evi ocağı yıkılmış, korku dolu  gözlerle etrafına bakan çocuklarla  o topraklarda bıraktık.

                                                                                  18/8/ 2018

                                                                         OPR. DR. MUSA GÜVEN

YAZIYI PAYLAŞ!

YAZARIN SON 5 YAZISI
27Ağs

ACILAR İÇİNDE YAŞAMAK