ÖZGÜN EMET EVLERİ VE YOK OLAN KÜLTÜR
Prof.Dr.Tuncay USLU
Türk kültürünün simgesi olan Emet’teki özgün ahşap evlerin sürekli olarak yıkılarak yenilerinin yapıldığına şahit oluyoruz. Aslında bu yeni bir süreç olmayıp ilçemizde betonarme ev geleneğinin başlamasıyla birlikte 30–40 yıldan beri yapılmakta. Son zamanlarda ise epeyce hız kazanmış gözüküyor.
İnsanların eskiyen evlerini yıkıp yerine yeni bir ev inşa etmesi veya arsa olarak satıp para kazanmak istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Bu sebeple, evini yıktırıp yenisini yapan veya arsa niyetiyle satan hemşerilerimize saygı duyuyoruz ve onları eleştirirsek haddimizi aşmış oluruz. Bununla birlikte, 30–40 yıl öncesine kadar Emet’teki evlerin neredeyse tamamını oluşturan bu özgün Emet evlerinin sayılarının günümüzde parmakla sayılacak kadar kalmış olması üzüntüsünü yaşıyor olmak ve bu konu hakkındaki düşüncelerimizi ifade etmek doğal hakkımız olsa gerek.
Bu evlerin yok olmasıyla, artık sahibi olamayacağımız ve hayatımızdan uçup giden bir şeyler olduğunu düşünüyorum. Ahrete göç etmiş büyüklerin, yaşanmışlık-ların, paylaşmaların, oyunların, düğünlerin, mutlulukların, kısacası geçmişin kokusu uçuyor sanki. Bütün bu kokuları yok etmek ve sahip olunmuş geçmişi kaybetmek insana hüzün veriyor. Büyüklerimizin bir zamanlar yıkanmış olduğu ve de yastık yor-gan koyduğu yüklüklerin, alt ve üst katları birbirine bağlayan ahşap merdivenlerin, iki-üç odanın kapısının açıldığı ferahlığın ve serinliğin simgesi hanönlerin (Emet ağ-zında salon), bacaya açılan ocak başlarının, iki kanatlı ve büyük anahtarla açılıp ka-panan kapıların, üzerinde oturmamak için özen gösterdiğimiz kapı eşiklerinin, kalın-ca duvarı olan ve bu duvar içinde yer alan cam önleri bulunan yer evlerin, zamanının koltukları konumundaki maketlerin (Emet ağzında sedir), sokak kapısından içeri gir-diğimizde bizi karşılayan aharlı avluların, odalardaki işlemeli rafların, oymaların ve tavan tahtalarının bir anda yok olması!!!
Sizleri bilmiyorum ama bana göre acı verici bir durum. Çünkü bende üç farklı vefasızlık duygusunu birden uyandırıyor. İlki yaşanmışlığa ve anılara vefasızlık, ikin-cisi eşyaya vefasızlık, üçüncüsü ise tarihe ve kültüre vefasızlık.
Hanönler, çocukluğumuzun en gözde oyun mekânları, davetlerin, düğünlerin, teravihlerin toplanma alanlarıydı. Odalardaki maketler bize otururken günümüzdeki en rahat koltuktan daha rahat geliyordu. Dışarıda yağan karı izlemek için küçükken oturduğumuz veya çocuğumuzu oturttuğu-muz, üzerine çiçekler koyduğumuz yer ev-deki cam önleri odaların en güzel mekânla-rı arasındaydı. Bir zamanlar yemek pişerken etrafına toplandığımız ocak başlarının bize verdiği hazzı şu andaki mutfaklardan aldığımız söylenemez. Sokakta oyun oynarken terlediğimizde ilk başvurduğumuz ve koşup ağzımızı dayadığımız avlumuzdaki kapaklı aharın musluğundan akan suyun tadını hala unutamıyoruz. Sokak kapısı girişlerinin ya-nındaki ambarlardan gelen buğdayın kokusu hala burnumuzda tütüyor. Ve de en önemlisi rahmetli olan birçok büyüğümüz bu evlerin toprak ve ahşap kokulu odalarında gözlerini bu dünyaya kapattılar. Bu evlerin yok olması, bunca anıların yok olması ve yaşanmışlıklara vefasızlık gibi geliyor bana. Ölenlerimizle yaşanılan anılarımız bu evler olmadan ne derece canlı tutulabilir, çocuklarımıza ve torunlarımıza kültürümüz ve geç-mişimiz bu evler olmadan kolayca aktarılabilir mi, bilinmez.
“Bizim zamanımızda evin içinde ocak başı diye bir yer vardı, içinde ateş yakılırdı, yorganlar yastıklar yüklük denen bir yere koyulurdu”demek onların bu kültür öğelerini gözleriyle görmesi kadar etkili olur mu acaba ?
Bunca anıları bize içinde yaşatan, büyüklerimizi, bizleri, çocuklarımızı barındı-ran, kışları sıcaklığıyla yazları serinliğiyle bizi bağrına basmış olan, bizlere sağlıklı ve ferah bir yaşam alanı sunan, nemi ve radon kaynaklı radyasyon yayılımını önlemiş olan, depremlerde bile sağlamlığıyla dimdik ayakta kalıp bizi korumuş olan bu özgün evleri yıkmak eşyaya da vefasızlık sanki. Eşyaya vefasızlık konusunda bir İslam büyüğünün “kırılan kırk yıllık çay kaşığını kırk yıllık arkadaşı yerine koyarak atılmasından vicdanen rahatsız olup onu tamir ettirerek hala kullanmaya devam etmesi” olayını takvim yapraklarından hepimiz okumuşuzdur. Burada esas olan, yeni alınacak çay kaşığının getireceği maddi yükten kaçmak de-ğil, yıllar boyunca kullanılan ve insana hizmet eden bir nesnenin hala kullanılma imkânı varsa tamir ettirilerek yeniden kullanıla-bilir hale getirilmesi düşüncesi olduğu açıktır.
Özgün Emet evlerinin Türk göçebe kültürünün (Yörük kültürünün) izlerini taşıdığını pek çoğumuz bilmeyiz. Emet evleri geleneksel göçebe kültürünün yer-leşik hayata yansımasıdır. “Yüklük”e neden yorganlık veya döşeklik denmeyip "yüklük” dendiğini belki hiç merak etmedik.
Yük, göçebe hayatta bir yerden başka bir yere göçülürken sürekli olarak yanda taşınan yorgan, yastık, kilim, tencere, tava, sini vb. gibi eşyaların toplu adı olup, çadırlarda bu yüklerin konulduğu yerlere yüklük denirdi. Yerleşik hayata geçtikten sonra ise kurulan evlerin hepsinde yüklük yapılmıştır fakat sadece yas-tık-yorgan koymak için ve yıkanmak için kullanılır olmuştur. Yüklük, ızgara şek-lindeki ahşap kapağın üzerine buluna yastık, yorgan vb. kaldırıldığında, su gideri olan bir banyo biçimini almaktadır.
Özgün Emet evlerinin odaları ile çadır arasında yapısal bir benzerlik vardır. Oda, aynen çadırda olduğu gibi yatma, yemek pişirme, çalışma, misafir ağırlama ve yıkanma ihtiyaçlarının tamamının karşılanabildiği bir mekân olarak tasarlanıp yapılmıştır. Ocak başında yemek pişirilir, yüklüğe yorgan yastık konur ve de yıka-nılır, yere serilen yatakta yatılır, oda içindeki makette (sedirde) misafir ağırlanır. Oda-hanön ve oda-avlu ilişkisi veya bütünleşmesi de göçebe hayattaki çadır-çadır önü kültürünün yerleşik hayattaki şeklidir. Ailenin evli çocukların kaldığı ve özel hayatını sürdürdüğü ayrı çadırların yerini odalar alırken, aile fertlerinin hep birlik-te toplandığı ve diğer zamanlar için gerekli olan daha büyük ve rahat toplanma yeri, hizmet alanı ve yaşam mekânı olan çadırlar arası alanın (çadır önü) yerini yerleşik hayatta avlu ve/veya hanön almıştır. (Hanön bazı yerlerde ise hanay, haney, anay, aney şekillerinde söylenir. “Salon” ve “iki katlı” ev olmak üzere iki anlamı vardır. Bunların dışında iç sofa, hayat gibi adlarla da tanımlandığı yerler vardır.) Atalarımızın yaşam tarzının simgesi ve günümüzdeki yansıması olan bu evlerin yok olması insanda Türk tarih ve kültürüne de vefasızlık hissi uyandırıyor.
Ülkemizde birçok il, ilçe ve köyde Emet’teki bu tarz özgün evlerden görmek mümkün. Birçok yerde de aynen Emet’te olduğu sayıları parmakla gösterilecek kadar azalmış durumda. Bununla birlikte bu konu da bilinçlenmiş olan ve bu evlerin yok ol-masını bir milli kültür öğesinin yok olmasıyla bir tutan anlayışlar da mevcut. Eski evler proje kapsamında veya başka desteklerle onarımdan geçirilip yenilenerek koruma altına alınıyor. Hatta turizme açılıyor. Bu konuda örnek konumdaki Beypazarı evleri, Es-kişehir Odunpazarı evleri, Safranbolu evleri vb. incelenirse, Emet’teki birçok ahşap evden daha ihtişamlı olmadıkları görülebilir.
Emet’te son 30–40 yılda giderek yok olan bu evlerin görüntüsünü hafızalarımızda canlandırırsak, ne kadar değerli bir kül-tür hazinesinin yok olduğu acısını hissetmememiz mümkün değil. Şu anda yapılması gereken “zararın neresinden dönsek kardır” anlayışıyla henüz yıkılmamış olan özgün Emet evlerine sahip çıkmak olmalı. Unutulmamalıdır ki birçoğu miras konumundaki bu özgün evlerin yıkılmak üzere satılması karşılığında alınacak para sanırım hiçbir bir mirasçıyı zengin etmeyecektir. Ama onarım ve yenileme için harcanacak az miktardaki parayla bu kültür hazinelerimiz ayakta tutulabilir.
En azından bundan sonra, hep birlikte bu evlere ve dolayısıyla da anılarımıza, tarihimize ve kültürümüze sahip çıkalım, vefa gösterelim ve yaşatalım. Emet’imiz, kültürü, bor madeni, kaplıcaları, doğal güzellikleri ile olduğu gibi Türk Kültürü’nün sim-gesi bu özgün evleriyle de tanınsın, bilinsin. Sayın Kaymakamımız ve Sayın Belediye Başkanımızın da bu evlerin korunması ve yaşatılması için gerekeni severek ve memnuniyetle yapacaklarını düşünüyorum.